Şiir. İnsanın ruhunu dinlendiren, vicdanını rahatlatan ve duygusal yorgunlukların anahtarı olan sihirli iksir. Nice akıllıların saatlerce konuşup anlatamayacağı, sayfalarca yazıp izah edemeyeceği şeyleri, yarı akıllılar eliyle bir kaç mısrada anlatabilme marifeti sunan, manâ menbaı. Türk Edebiyatının en önemli enstrümanı olmasına rağmen, nedense hak ettiği değeri bir türlü bulamayan garip misafir. Türk Şiiri olarak; bütün Dünyada, şiir hammaddesinin ana kaynağı olan ve bu kaynaktan dünya çapında büyük şairler ve şiirler püskürten yanardağ. Velhasıl; aşkın adı, hayatın tadı, sevenin muradı...

Ancak ne var ki; bir çok önemli değer gibi, şiir de hak ettiği noktada değil ülkemizde. Ne yazık. Halbuki şiir o kadar elzem ve o kadar önemli bir değerdir ki. Şiirle bir şekilde yan yana olanlar, herkesle barışık olurlar. Sıkıntılarını dert etmez, mutluluklarını etrafına yansıtırlar.  Kısaca hayattan zevk alırlar ve hayatı dolu dolu yaşarlar. İnanın biraz da uzun yaşarlar. Bu anlamda olmak üzere; “herkes şiir yazmalıdır” diyemeyiz elbette. Çünkü şiir yazmak, üstün bir marifet gerektirir ve marifet de iltifata tabidir. Zaten yüreğinde bu marifeti barındırmayanlar şiir yazarsa, şiirin kalitesini de dibe vurduracak kadar etkilerler. Ancak şiirle yaşamak, salt şiir yazmak değil ki. Şiiri okumak ya da dinlemek de, yazmaya eşdeğer derecede önemlidir. Samimi olarak söylemek gerekir ki; şiirden uzak yaşayan, şiirle hemhal olmayan, şiir dinlemeyen, şiir okumayan, hatta bir kaç şiiri ezbere bilmeyen bir insan, bir organı eksik insandır aslında.

Kitap okuma alışkanlığının son derece az olduğu ülkemizde, şiire olan ilgi de doğal olarak yok denecek seviyededir. Şiir bayrağının dalgalanması ve Türk şiirinin hak ettiği seviyeyi yakalaması için; gerek devletimizin gerek yerel yönetimlerle mülki makamların gerekse edebiyatla ilgili dernek ve kuruluşların yapması gereken çeşitli görevler vardır.  Ancak aslolan şudur ki; bu bayrağı yükseltecek olan asıl unsur, şiire gönül vermiş olan şiir okuyucusudur. Yıllardır edebiyat dünyasının “bekleme salonu”nda bekleyen şiir, bakalım Türk okuyucusu tarafından ne zaman görüşme odasına alınacak. Bakalım şiirimiz ne zaman hak ettiği rüzgarlarla bayraklaşıp dalgalanmaya başlayacak. Bekleyelim ve görelim.

Bir Fıkra

Adamın birinin arabasının lastiği tam akıl hastanesinin önünde patlar. Adam arabanın lastiğini söker.  Ama lastikten söktüğü dört bijon, yuvarlanıp yağmur mazgalından içeri düşer. Adam bakar mazgaldaki bijonlar görünmüyor bile, çaresiz oturup düşünmeye başlar. Olayı başından beri seyreden bir deli parmaklıkların arkasından adamla aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Arkadaşım sen ne yapıyorsun orada öyle?

- Sorma birader, lastik patladı. Tam değiştirecektim bijonlar mazgala düştü.

- Düşündüğün şeye bak. Ondan kolay ne var ki. Bütün lastiklerden birer bijon sök. Lastiğe tak. Her lastikte üç bijon olur. Seni lastikçiye kadar idare eder.

- (Delinin dediğini yaptıktan sonra) Senin ne işin bu akıl hastanesinde?

 - Biz burada delilikten yatıyoruz abi. Salaklıktan değil.

 Bir Şiir

BIRAK BENİ HAYKIRAYIM

Ben en hakîr bir insanı kardeş sayan bir rûhum;
Bende esîr yaratmayan bir Tanrı'ya îman var;
Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar;

Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.
Volkan söner, lâkin benim alevlerim eksilmez;
Bora geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.

Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et;
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;

Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir,
Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;
Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk! ..  

                           Mehmet Emin Yurdakul

Bir Atasözü

Her şiirin ilk mısrası aşk, son mısrası ayrılıktır...

 Meşhur Yalanlar

Kalsaydınız, bir şeyler yerdik.

Yine bekleriz.

 Son Sözler

Bak şimdi, bu trafikte bisikleti nasıl elsiz kolsuz kullanıyorum.

Köpek balığı bu mu şimdi yaa! Bu ne yapabilir ki adama...

 Askerlik Anıları

Şimdilerde üniversite tahsilini tamamlayıp işsizler ordusuna zoraki neferlik yapan oğlum Emre, henüz üç yaşındaydı. Zamanının çoğu babasının yanında, askerlerin arasında geçiyordu. Her çocuk gibi çok sevimli olduğu için askerler, komşular, hatta gören herkes onu kucağına alıp seviyor ve onunla sohbet ediyordu. Bu sohbetlerin hemen hepsinde de çocuklara sorulan klasik sorular soruluyor, kimin oğlusun diye sorulduğunda ise çok tatlı bir şekilde “Kemal Astsubay’ın oğluyum.” diye cevap veriyordu. Kendine özgü bir tarzda ve yarı peltek olarak verdiği bu cevap herkesin hoşuna gidiyordu. Aile fertleri de dahil olmak üzere, herkes bu soruyu sormayı alışkanlık haline getirmişti.

        O yıllarda Mardin’de görevliydim. 1990’lı yılların başları olan bu dönem, yol kesme eylemleri ağırlıklı terör olaylarının zirve yaptığı bir dönemdi. Bahar mevsimi gelip operasyon dönemi başlayınca, yanıma ziyarete gelen annem, eşim ve oğlum Emre’yi otobüsle memlekete göndermeye karar verdim. Biletlerini alıp otobüsün hareket saatini beklerken çevredekilerden biri Emre’yle ilgilenmeye başladı. Kimin oğlusun diye sorunca yine tüm şirinliğiyle “Kemal Astsubay’ın oğluyum.” diyerek o hanımı da güldürdü.

          Sonra yanımıza gelince, babaannesi onu yanına çağırdı. Terör örgütü mensupları, yapılan yol kesme eylemlerinde asker, polis ve devlet görevlisi ya da bunların yakınları olduğunu tespit ettikleri kişileri kaçırıyordu. Bu durumu bildiği için tereddüt eden ve korkan babaannesi, konunun hassasiyetini, onun anlayacağı şekilde açıkladıktan sonra torununa nasihat etti:

           -Oğlum, kimin oğlusun diye sorarlarsa bir daha öyle söyleme emi? Yoksa bize zarar verirler.

           Emre olayın özünü anlamıştı. Babaannesine sordu:

           -Tamam babaanne. Öyle söylemem;  ama sorarlarsa ne diyeyim?

           Babaannesi sakin sakin cevap verdi:

              -Kemal’in oğluyum diye söyle.

            Zeki bir çocuk olan Emre, yine tatmin olmamıştı. Meraklı bakışlarla sordu:

           -Peki ama, “baban ne iş yapıyor” diye soran olursa ne diyeceğim?

            Babaannesi yine sakin tavırlarla cevapladı torununu:

            -Babam fabrikada çalışıyor dersin.

        Emre artık tatmin olmuş ve dersini iyice ezberlemişti. Otobüs geldi ve babasıyla vedalaşarak yola koyuldular. Emre, sempatik tavırlarıyla otobüste de hemen yolcuların dikkatini çekmiş, arka koltukta oturan yaşlı teyze ile sohbete başlamıştı bile. Birkaç dakika içinde, adını ve yaşını sorduktan sonra o teyze de malum soruyu sordu:

           -Kimin oğlusun sen bakalım?

           Emre, babaannesinin hatırlatıcı bakışları eşliğinde, kendinden emin bir şekilde cevap verdi:

           -Kemal’in oğluyum.

           Sonrasında, teyze ile Emre arasındaki konuşma şöyle devam etti:

           -Öyle mi,  ne iş yapıyor bakalım senin baban?

           -Fabrikada çalışıyor.

           -Hımmm, ne fabrikasında çalışıyor?

           -Eeee! Şeyy!.. Astsubay fabrikasında…

                     K.Oğuz Asker Gülmez Güldürür Sayfa: 168

 

 


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.